Adını bir ısı ölçme biriminden alan “Fahrenheit”sergisi, izleyiciye güncel sanatın ateşini, ısısını, değiştirme ve dönüştürme gücünü hatırlatarak güçlü bir deneyim sunuyor.

Sergide Ahmet Güven, Aslı Işıksal, Asaf Erdemli, Aykut Öz, Bestami Gerekli, Beyza Boynudelik, Deniz Varlı, Erdal Duman, Fırat Engin, Genco Gülan, Hamza Kırbaş, Haydar Akdağ, Hüseyin Arıcı, Mehmet Sinan Kuran, Mustafa Duymaz, Ramazan Can, Serkan Demir, Şevket Arık, Tanzer Arığ ve Zeynep Karabacak’ın eserleri yer alıyor.

Sanat Okur birlikteliğinde “Fahrenheit” sergisinde yer alan sanatçılar ile söyleşi dizisi gerçekleştirmeye başladık. Sanatçıyı tanımak ve eserini serginin kavramsal çerçevesi bağlamında daha iyi okumak adına gerçekleştirdiğimiz bu dizinin ikinci konuğu Ahmet Güven. Kendisine aktardığı bilgiler ve bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederim.

Mühendislik eğitiminizin ardından bu alanda yirmi beş yıl süren çalışma hayatınız var bir söyleşinizde sanatın hayatınızda hep var olduğunu hatta işe ceketinizin cebinde taşıdığınız Gergedan Dergileri ile gittiğinizi söylüyorsunuz. Sanat insanın cebinden bile ayırmadığı bir şey haline dönüştüğü vakit orada olmak ve sanat üretmek karşı konulamaz bir şey haline mi dönüşüyor? Sizin üretimlerinizi mühendislik eğitiminiz ve bu alandaki çalışma pratikleriniz nasıl etkiledi?

Evet. Herkesin yaşadığı hayat hakkında bir öz anlatısı vardır. Kişi bunu belki bir kaç kelime ile özetler, ya da “hayatım bir roman” derken muazzam, dolu dolu bir hayat yaşadığını ima eder. Bu anlatıyı oluştururken bazı anlar özellikle tüm hikayeye rengini verir. Örneğin neden bu Gergedan Dergisi anekdotunu dile getirmişim? Siz çok iyi yakalamışsınız; cebimiz kadar yakınımızda tuttuğumuz, o günler yaptığım işle alakası olmayan bir şeyden bahsettiğimi yakalamışsınız. Peki neden ? Kaybetmek üzere olduğunuz bir şeye sıkı sıkıya sarılmak için belki de. Belli bir konuyu benlik sorunu haline getirmek; benliği, onunla kurmayı seçtiğiniz şey haline sokmak. Bu kişisel anekdot daha o zamanlardan itibaren bir seçim yaptığımı ve o “şeyi” gizli bir bahçede yetiştirmeye kararlı olduğumu gösteriyor.

 

Mühendislik eğitimi iş hayatının aksine aslında sanat pratiğine zıt bir yerde durmuyor. Öte yandan saf bir fen bilimi de değil. Uygulamalı bir alan. Matematik gibi oldukça teorik alanı kullanan, Fizik, Kimya gibi “saf fen bilimleri”ni içeren, ve tasarımcı yaklaşımı gerektiren uygulamalı/pratik mühendislik disiplini, “sanat” ile benzerlikler gösteriyor. Ancak bu eğitim şu dönemde sadece düşünme tarzım dolayısıyla pratiklerimi etkiliyor. Generative Art gibi, ya da algoritmaların kullanıldığı sanatlar gibi pratikler içinde değilim. Dolayısıyla bu eğitimin etkisi çok daha dolaylı; bakış açımla ilgili sanırım.

2018 yılında Venedik’te “Biri Hiçbiri” isimli solo serginizde “Kimlik Kutusu” isimli eserinizin yola çıkışı içimizdeki çoğul kimlikler. Aynı yıl TUYAP Artist’te “K” isimli eserinizde bu kimliklerin çoğul kimlik kütüphanesi ile izleyeni karşılaştırıyorsunuz? İçinizdeki sanatçı kimliğinin üretimlerine kaynaklık eden konular nelerdir, bize bahsedebilir misiniz?

“Biri Hiçbiri” sergisi adını Luigi Pirandello’nun “Biri Hiçbiri Binlercesi” romanından alıyor. Bu roman, kahramanın kendisi ile ilgili kimlik karmaşasının konu edildiği etkileyici bir roman. Kimlik kutusu, Gazi Eğitim Resim Bölümünde okumuş birinin (annem), rengarenk yağlı boyalarını taşıdığı tahta bir resim çantası. Çanta, Venedik’te (Pirandello’nun memleketinde bir kentte) rengarenk led ışıltıları üzerinde birinin(ben) onlarca vesikalık fotoğrafını sergiledi.

Benim için bir tür yaratıcı rahim ( khora ) olan çanta, çocukluğumdan bu yana musallat olmuş bir nesneydi. Vesikalıklar her birine baktığımda kendimi hiçbirinde tanıyamadığım bir sürü yüz imgesiydi. Vesikalık olmaları onlara bir tür nötr/nesnel hal sağlıyordu. Dolayısıyla herhangi bir duygu durumundan azade, hiçbir anı ile “ben olma” yanılsamasını besleyecek tuzaklardan uzak imgelerdi. Bu çalışma, kendimi ve öz yaşam öykümü denekleştirdiğim ilişkisel bir işti. Aynı pratiği TUYAP Artist’te bu sefer “K” adlı işimle başka nesnelerle (kitaplar) denedim.

Temel hipotezim: okuduğumuz kitapların bize çoğul yaşamlar sağladığıydı. Eğer hayat duyusal deneyimlerden ibaretse; acı, coşku, tutku, tiksinti, aşk gibi duygulanımları yaratacak duyusal deneyimleri zihnimizin ve hayal gücümüzün devreye girmesiyle roman ve şiir okurken yaşıyorsak, örneğin, Madame Bovary’yi de belli ölçüde yaşıyoruzdur. Benliğimizin bir harmoniğinde (ses harmonikleri gibi) onu da taşıyoruz anlamına geliyordu bu. Buradan hareketle kütüphanemde bir detektif gibi bu çoğul kimliklerin izini, bende yer bulmuş kitaplarda, yazarlarda ve kahramanlarda aradım. Onlardan bir detektif duvarı oluşturdum. Aslında yine bir türlü netleştiremediğim bir benlik imgesi peşindeydim burada da.

Fahrenheit isimli sergide “Vacuum Eater” isimli eseriniz yer alıyor. Eserinizle karşılaştığımızda günlük hayatta kullandığımız nesnelere ne kadar çok benzediğimizi sorgulayıp, düşünmeye başlıyoruz. Bizim de ruhumuzda ve zihnimizde bir haznelerimiz var. Ve bazen bir elektrik süpürgesi gibi ayırt edemeden hayatımızda olup biteni o haznelerde taşıyoruz. Eserinizdeki metaforları, yola çıkış noktanızı bize anlatır mısınız?

Elektrik süpürgesi ile karşılaştığım günü hatırlıyorum. Çöpe atılmış bu obje için bir yere park edip çöpün olduğu yere yürüdüm. Objenin duruş şekli, hali tavrı, kendini ele vermez tüm duyusal deneyimin ötesindeydi sanki. Bir benlik taşıyor gibiydi. Benliği bilinçle şartlamazsanız, niteliklerinin ötesinde kavranamaz doğasını fark ettiğiniz her şeyin bir benliği vardır. Atölyede farklı açılardan ona baktım. Lidar tarayıcı ile tarayıp formunu öne çıkaracak 3D imgesini oluşturdum. Fenomenolojik bir yalıtımla varlığında dişil özellikler yakaladım. Burası tehlikeli bir alan biliyorum. Erkek bakış pratiği üzerinden sorgulanabilir, eleştirilebilirim. Ancak bu pratik, insan yapımı “şeyler” in tasarım sürecine ilişkin bir şeyler ifade ediyordu. Tasarım sürecini geriye doğru izini sürdüğünüzde bu objenin formunun sadece evdeki kullanım kolaylığını hedeflemediği ileri sürülebilir. Bilerek(sublim mesaj vermek için) ya da bilmeyerek (bilinç-dışı etkiler dolayısıyla) bu form vücuda getirilmişti. Objeyi bu istikamette manipüle ederek metaforik düzlemde olanaklar yaratmak istedim. Kalça, hortum sadece belli bir bağlamda politik duruş sağlamak adına değildi, ayrıca forma ilişkin hamlelerdi.

Metaforlar konusunu burada bırakmak isterim. Çünkü sanat, şakaya ya da espriye benzer. Açıklamaya kalkarsanız esprinin ruhu uçar, görsel sanat kendini imha eder; çünkü yazı ile ifade edilmeye çalışılmıştır. O yüzden sadece bir dereceye kadar pratiklerden, yola çıkışlardan bahsedebilsek te, varış noktası kendi kendisini anlatabilir ancak.