Menu
Adını bir ısı ölçme biriminden alan “Fahrenheit” sergisi, izleyiciye güncel sanatın ateşini, ısısını, değiştirme ve dönüştürme gücünü hatırlatarak güçlü bir deneyim sunuyor. Sergide Ahmet Güven, Aslı Işıksal, Asaf Erdemli, Aykut Öz, Bestami Gerekli, Beyza Boynudelik, Deniz Varlı, Erdal Duman, Fırat Engin, Genco Gülan, Hamza Kırbaş, Haydar Akdağ, Hüseyin Arıcı, Mehmet Sinan Kuran, Mustafa Duymaz, Ramazan Can, Serkan Demir, Şevket Arık, Tanzer Arığ ve Zeynep Karabacak’ın eserleri yer alıyor. Sanat Okur birlikteliğinde “Fahrenheit” sergisinde yer alan sanatçılar ile söyleşi dizisi gerçekleştirmeye başladık. Sanatçıyı tanımak ve eserini serginin kavramsal çerçevesi bağlamında daha iyi okumak adına gerçekleştirdiğimiz bu dizinin dördüncü konuğu Zeynep Karabacak. Kendisine bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederim. Yaşadığımız yer ile bağımız zihnimizde yarattığı imgeler ve o imgeleri algılama biçimimizle birlikte değişiyor. Üretimlerinizde doğa, ev ve yaşadığımız mekanlarda kullandığımız nesnelerin görsellerine sık sık rastlıyoruz. Sizin yaşadığınız yere, doğaya ve eve bakışınızı merak ediyorum. Bunlar üretimlerinize nasıl yansıyor? Ev ve doğa benim için “içeri ve dışarı” diye tanımladığım bir olgu oldu. Hiç bir zaman doğaya ve eve büyük anlamlar yüklemedim. Yaşadığım bu yerler içinde daha çok olmaması gereken yerde var olan şeyler dikkatimi çekti. Aslında oldukları yerdeki absürtlüğü de diyebiliriz buna. Bunlar atık nesneler, atık fikirler, atık insanlar, atık sesler… olarak işlerimde var olmaya başladı. Iskarta ismini de bu bakışla koydum. “Iskarta” isimli serinizdeki çalışmalarınızın birinde bir insanın sekiz veya dokuz adımının ardından yerin altına düşüşüne tanıklık ediyoruz. Yaşadığımız zaman içinde de bu düşmelerin tanıkları oluyoruz. Bu tepetaklak olan durumlarımız bazen üretmek için yeni yollar keşfetmemize de sebep oluyor, sizin üretimlerinize kaynaklık eden motivasyonunuz nedir? O işimde bazıları sadece tepetaklak olan hayatlar görebilir, bazıları da devam etmeyip bunu öyle tercih ettiğinin okunmasını da yapabilir. Beni motive eden ise, tedirginlik diyebilirim. İşlerimi üretirken biraz önce bahsettiğim absürt olan şeylerin beni ne kadar rahatsız ettiğine daha çok odaklanıyorum sanırım. “Iskarta” adını verdiğiniz 2D animasyonlarınız karanlık olmasına rağmen bizi hiç ürkütmeden kendi görünen dünyalarının başka boyutlarını düşündürmeye davet ediyor ve hayal kurduruyor. Bu durumun sanatınızdaki karşılığı nedir, eserlerinizin bizi davet ettiği yer neresi? Bu seriye başladığımda ıskarta kelimesinin gazetecilikte kullanıldığını farkettim. Orada yayınlanmayan fotoğrafların ortasına delikler açılmış ve ıskartaya çıkarılanlar diye ayrılmış. Fotoğraflardaki bu delikler, bütünde bir parçanın yok oluşunu ve bütünün onsuz yeni bir yere evrildiğini hissettirdi bana. İşlerimdeki bazı formların hareketli bazılarının da hareketsiz kalması bu deliklerin bendeki karşılıkları gibi bir şey oldu. Bazen penceresine dışardan baktığımız evlerin güneşlikleri çekili, camları kapalı ise içinde kimse yok gibi hatta bazen yaşam yok gibi hissederiz. Fahrenheit sergisinde yer alan eserinizde ev ve evin penceresindeki açıklık da ise bize yaşam aralığı sunuyor gibisiniz. Fahrenheit sergisi bağlamında bize eserinizden bahsedebilir misiniz? Fahrenheit 451 romanında kendilerine ‘Kitap İnsanlar’ adını veren bir topluluk vardı. Bunların amacı kitapları sonsuza kadar yaşatmaktı. Her biri sadece bir kitabı hafızasında tutabilmekte ve kitap yok edilse bile onu ezberleyen hayatta kaldığı sürece o kitap yaşatılmış olacaktı. Kitapların tekrar basılabilecekleri düşüncesi, buradaki umudun hiç bitmediğini ifade ediyor. Sergideki bu işimde hareket eden perdeyle, yıkılarak yok olan mekanlar ve hayatlara ait belleği tekrar yaratmaya çalışıyorum.
Adını bir ısı ölçme biriminden alan “Fahrenheit” sergisi, izleyiciye güncel sanatın ateşini, ısısını, değiştirme ve dönüştürme gücünü hatırlatarak güçlü bir deneyim sunuyor. Sergide Ahmet Güven, Aslı Işıksal, Asaf Erdemli, Aykut Öz, Bestami Gerekli, Beyza Boynudelik, Deniz Varlı, Erdal Duman, Fırat Engin, Genco Gülan, Hamza Kırbaş, Haydar Akdağ, Hüseyin Arıcı, Mehmet Sinan Kuran, Mustafa Duymaz, Ramazan Can, Serkan Demir, Şevket Arık, Tanzer Arığ ve Zeynep Karabacak’ın eserleri yer alıyor. Sanat Okur birlikteliğinde “Fahrenheit” sergisinde yer alan sanatçılar ile söyleşi dizisi gerçekleştirmeye başladık. Sanatçıyı tanımak ve eserini serginin kavramsal çerçevesi bağlamında daha iyi okumak adına gerçekleştirdiğimiz bu dizinin üçüncü konuğu Deniz Varlı. Kendisine bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederim. Deniz sizin üretimlerinizde insan figürlerine sık sık rastlıyoruz. Eserlerinizin karşısında durduğumuzda onların ruh halleri ile yalnız kalıyoruz. Biz izleyenler olarak o insanların yalnızlığında buruk bir his duyuyor belki de ona dönüşüyor kendimizle yüzleşiyoruz. Eserlerinizin sizdeki karşılığı nedir? İnsan figürlerinin benim çalışmalarımdaki ana unsur olmasının sebebi anlatmak istediklerimi daha açık ifade ediyor olduğumu düşünmemden kaynaklıdır. Ayrıca bilimsel olarakta açıklanabilen nörolojik bir mesele insan bedeni ve portre gibi görseller zihnimizde daha uzun yer edinebiliyor. Özellikle portre çalışmalarımda insanlar sözlü bir şekilde ifade etmediği ruh hallerini mimiklerinde saklayamıyor. Kendimin gözlemci özelliğinin yüksek olduğunu biliyorum ve zaman içerisinde oluşan tecrübelerimle birlikte insanlarda bunu kolayca fark edebildiğimi görüyorum. Çoğu resimlerimde ki modeller kurgusal değil, yakınımdaki insanların gözlemleyerek ve doğru anda çekim yaparak yakaladığım anlar vardır. Bendeki karşılığına da gelecek olursak açıkçası ben sözlü iletişimimi insanlarla biraz kısıtlı tutan biriyim bunu keşfettikten sonra kendimi anlamlandırmaya çalışırken sadece kendim üzerimden değil çevremdeki insanlarla birlikte yapmış oldum. Aslında bu anlamlandırma çabası birbirimizin yansımasından oluşarak geliştiğini düşünüyorum. Çalışmalarınızda üretmiş olduğunuz imajların kaynağının kendi mitolojiniz olduğunu ifade eden bir söyleminiz var. Bize bunlardan biraz bahsedebilir misiniz üretimlerinize kaynaklık eden hikayenizden nasıl besleniyorsunuz? Çalışmalarıma ilk başlarda meseleye kendimi ve ailemi inceleyerek ve çeşitli çözümler üretmeyi deneyerek başladım. Sorun olarak gördüğüm ve bana ıstırap veren bazı olaylar ve duyguları öne çıkarmaya çalıştım. Bu süreç içerisinde hem psikolojik hem sosyolojik hem de politik okumalar yaparak her birine anlamaya çalıştım. Gördüğüm ve anladığım kadarıyla bu durumun kişisel bir kusur ya da sorunlu aile gibi kısıtlı bir meseleden kaynaklanmadığını çözümledim. Bunu da fark ettikten sonra tabi ki yönümü içinde bulunduğumuz topluma çevirdim ki asıl meseleler buradan kaynaklanıyor. Çalışma konularımı özel olan meselelerden çıkarıp cinsiyet eşitliği, kadın hakları ve köhne gelenekler gibi daha toplumsal konulara yönelttim çünkü birazda bizleri buralar yönetiyor. “Kaçış” isimli eserinizde bir kadının boğazını kesen bir iskelet ile bir aynı isimli bir diğer eserinizde ise bu iskeletin kadının boğazını sıktığını görüyoruz. Öldürmek ve yok etmek üzerine bir şiddet ile karşı karşıyayız. Bu elin ataerkil düzenin ve yönetiminin eli olduğunu söyleyebilir miyiz? Söylediğiniz nokta doğru ama yalnızca o değil. Patriyarka ve kapitalizm gerçekten bizlere bunları yaşatıyor ve hissettiriyor. Ülkemizin şu anki kaos ortamının bizlere yarattığı geleceksizlik, iklim değişikliğinin sebep olduğu doğal afetler vs bizleri negatifliğe itiyor. Kendimde keza neye elimi atsam çuvallıyormuş gibi hissediyorum. Gerçekten kendi boğazımın sıkıldığını ve ne kadar kaçsam da bir yerde yakalandığımı hissettiğim depresif bir dönemimde yaptığım bir çalışmaydı. Pieter Brueghel’in yaşlı: ölüm çalışması göz önümdeydi o sürede sık sık inceliyorum ve onun bazı detaylarından kendime uyarladığım çalışmam oldu. Fahrenheit sergisinde yer alan “Enkaz” serinizden ve üretim sürecinden bize bahsedebilir misiniz? Çalışmayı yaptığım 2019’da yukarıda da bahsettiğim gibi kişisel dünyamı anlamlandırmaya ve aile ortamındaki özel konulara yoğun olarak eğildiğim dönemlerdendi. Bir de o süreçte yeni bir eve taşınmıştım ve farklı bir atmosferi vardı. Figürlerle anlatmaya çalıştığım meseleleri bu yeni mekan adeta kendiliğinde bunları barındırıyor ve benimle konuşuyor gibiydi. Evin birçok fotoğrafını çektim. Genellikle doğalında ama bazen de ufak dokunuşlarla dillendirmiş oldum. Daha sonra bu fotoğraflardan esinlenerek ve hali hazırda pratiğim olan figüratifliği de ekleyerek bu şekilde kompozisyonlar oluşturdum. O dönemde koyu yeşil, gri yeşil ve yağ yeşili gibi yeşil tonları kendi ruh halimle özleştirdiğim tonlardı ve bunları da kullanarak son haline gelmiş oldu. Geleneksel toplum, kadın olmak ve dört duvar meseleleri bizlere burada değiniyor.
Adını bir ısı ölçme biriminden alan “Fahrenheit”sergisi, izleyiciye güncel sanatın ateşini, ısısını, değiştirme ve dönüştürme gücünü hatırlatarak güçlü bir deneyim sunuyor. Sergide Ahmet Güven, Aslı Işıksal, Asaf Erdemli, Aykut Öz, Bestami Gerekli, Beyza Boynudelik, Deniz Varlı, Erdal Duman, Fırat Engin, Genco Gülan, Hamza Kırbaş, Haydar Akdağ, Hüseyin Arıcı, Mehmet Sinan Kuran, Mustafa Duymaz, Ramazan Can, Serkan Demir, Şevket Arık, Tanzer Arığ ve Zeynep Karabacak’ın eserleri yer alıyor. Sanat Okur birlikteliğinde “Fahrenheit” sergisinde yer alan sanatçılar ile söyleşi dizisi gerçekleştirmeye başladık. Sanatçıyı tanımak ve eserini serginin kavramsal çerçevesi bağlamında daha iyi okumak adına gerçekleştirdiğimiz bu dizinin ikinci konuğu Ahmet Güven. Kendisine aktardığı bilgiler ve bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederim. Mühendislik eğitiminizin ardından bu alanda yirmi beş yıl süren çalışma hayatınız var bir söyleşinizde sanatın hayatınızda hep var olduğunu hatta işe ceketinizin cebinde taşıdığınız Gergedan Dergileri ile gittiğinizi söylüyorsunuz. Sanat insanın cebinden bile ayırmadığı bir şey haline dönüştüğü vakit orada olmak ve sanat üretmek karşı konulamaz bir şey haline mi dönüşüyor? Sizin üretimlerinizi mühendislik eğitiminiz ve bu alandaki çalışma pratikleriniz nasıl etkiledi? Evet. Herkesin yaşadığı hayat hakkında bir öz anlatısı vardır. Kişi bunu belki bir kaç kelime ile özetler, ya da “hayatım bir roman” derken muazzam, dolu dolu bir hayat yaşadığını ima eder. Bu anlatıyı oluştururken bazı anlar özellikle tüm hikayeye rengini verir. Örneğin neden bu Gergedan Dergisi anekdotunu dile getirmişim? Siz çok iyi yakalamışsınız; cebimiz kadar yakınımızda tuttuğumuz, o günler yaptığım işle alakası olmayan bir şeyden bahsettiğimi yakalamışsınız. Peki neden ? Kaybetmek üzere olduğunuz bir şeye sıkı sıkıya sarılmak için belki de. Belli bir konuyu benlik sorunu haline getirmek; benliği, onunla kurmayı seçtiğiniz şey haline sokmak. Bu kişisel anekdot daha o zamanlardan itibaren bir seçim yaptığımı ve o “şeyi” gizli bir bahçede yetiştirmeye kararlı olduğumu gösteriyor. Mühendislik eğitimi iş hayatının aksine aslında sanat pratiğine zıt bir yerde durmuyor. Öte yandan saf bir fen bilimi de değil. Uygulamalı bir alan. Matematik gibi oldukça teorik alanı kullanan, Fizik, Kimya gibi “saf fen bilimleri”ni içeren, ve tasarımcı yaklaşımı gerektiren uygulamalı/pratik mühendislik disiplini, “sanat” ile benzerlikler gösteriyor. Ancak bu eğitim şu dönemde sadece düşünme tarzım dolayısıyla pratiklerimi etkiliyor. Generative Art gibi, ya da algoritmaların kullanıldığı sanatlar gibi pratikler içinde değilim. Dolayısıyla bu eğitimin etkisi çok daha dolaylı; bakış açımla ilgili sanırım. 2018 yılında Venedik’te “Biri Hiçbiri” isimli solo serginizde “Kimlik Kutusu” isimli eserinizin yola çıkışı içimizdeki çoğul kimlikler. Aynı yıl TUYAP Artist’te “K” isimli eserinizde bu kimliklerin çoğul kimlik kütüphanesi ile izleyeni karşılaştırıyorsunuz? İçinizdeki sanatçı kimliğinin üretimlerine kaynaklık eden konular nelerdir, bize bahsedebilir misiniz? “Biri Hiçbiri” sergisi adını Luigi Pirandello’nun “Biri Hiçbiri Binlercesi” romanından alıyor. Bu roman, kahramanın kendisi ile ilgili kimlik karmaşasının konu edildiği etkileyici bir roman. Kimlik kutusu, Gazi Eğitim Resim Bölümünde okumuş birinin (annem), rengarenk yağlı boyalarını taşıdığı tahta bir resim çantası. Çanta, Venedik’te (Pirandello’nun memleketinde bir kentte) rengarenk led ışıltıları üzerinde birinin(ben) onlarca vesikalık fotoğrafını sergiledi. Benim için bir tür yaratıcı rahim ( khora ) olan çanta, çocukluğumdan bu yana musallat olmuş bir nesneydi. Vesikalıklar her birine baktığımda kendimi hiçbirinde tanıyamadığım bir sürü yüz imgesiydi. Vesikalık olmaları onlara bir tür nötr/nesnel hal sağlıyordu. Dolayısıyla herhangi bir duygu durumundan azade, hiçbir anı ile “ben olma” yanılsamasını besleyecek tuzaklardan uzak imgelerdi. Bu çalışma, kendimi ve öz yaşam öykümü denekleştirdiğim ilişkisel bir işti. Aynı pratiği TUYAP Artist’te bu sefer “K” adlı işimle başka nesnelerle (kitaplar) denedim. Temel hipotezim: okuduğumuz kitapların bize çoğul yaşamlar sağladığıydı. Eğer hayat duyusal deneyimlerden ibaretse; acı, coşku, tutku, tiksinti, aşk gibi duygulanımları yaratacak duyusal deneyimleri zihnimizin ve hayal gücümüzün devreye girmesiyle roman ve şiir okurken yaşıyorsak, örneğin, Madame Bovary’yi de belli ölçüde yaşıyoruzdur. Benliğimizin bir harmoniğinde (ses harmonikleri gibi) onu da taşıyoruz anlamına geliyordu bu. Buradan hareketle kütüphanemde bir detektif gibi bu çoğul kimliklerin izini, bende yer bulmuş kitaplarda, yazarlarda ve kahramanlarda aradım. Onlardan bir detektif duvarı oluşturdum. Aslında yine bir türlü netleştiremediğim bir benlik imgesi peşindeydim burada da. Fahrenheit isimli sergide “Vacuum Eater” isimli eseriniz yer alıyor. Eserinizle karşılaştığımızda günlük hayatta kullandığımız nesnelere ne kadar çok benzediğimizi sorgulayıp, düşünmeye başlıyoruz. Bizim de ruhumuzda ve zihnimizde bir haznelerimiz var. Ve bazen bir elektrik süpürgesi gibi ayırt edemeden hayatımızda olup biteni o haznelerde taşıyoruz. Eserinizdeki metaforları, yola çıkış noktanızı bize anlatır mısınız? Elektrik süpürgesi ile karşılaştığım günü hatırlıyorum. Çöpe atılmış bu obje için bir yere park edip çöpün olduğu yere yürüdüm. Objenin duruş şekli, hali tavrı, kendini ele vermez tüm duyusal deneyimin ötesindeydi sanki. Bir benlik taşıyor gibiydi. Benliği bilinçle şartlamazsanız, niteliklerinin ötesinde kavranamaz doğasını fark ettiğiniz her şeyin bir benliği vardır. Atölyede farklı açılardan ona baktım. Lidar tarayıcı ile tarayıp formunu öne çıkaracak 3D imgesini oluşturdum. Fenomenolojik bir yalıtımla varlığında dişil özellikler yakaladım. Burası tehlikeli bir alan biliyorum. Erkek bakış pratiği üzerinden sorgulanabilir, eleştirilebilirim. Ancak bu pratik, insan yapımı “şeyler” in tasarım sürecine ilişkin bir şeyler ifade ediyordu. Tasarım sürecini geriye doğru izini sürdüğünüzde bu objenin formunun sadece evdeki kullanım kolaylığını hedeflemediği ileri sürülebilir. Bilerek(sublim mesaj vermek için) ya da bilmeyerek (bilinç-dışı etkiler dolayısıyla) bu form vücuda getirilmişti. Objeyi bu istikamette manipüle ederek metaforik düzlemde olanaklar yaratmak istedim. Kalça, hortum sadece belli bir bağlamda politik duruş sağlamak adına değildi, ayrıca forma ilişkin hamlelerdi. Metaforlar konusunu burada bırakmak isterim. Çünkü sanat, şakaya ya da espriye benzer. Açıklamaya kalkarsanız esprinin ruhu uçar, görsel sanat kendini imha eder; çünkü yazı ile ifade edilmeye çalışılmıştır. O yüzden sadece bir dereceye kadar pratiklerden, yola çıkışlardan bahsedebilsek te, varış noktası kendi kendisini anlatabilir ancak.
Adını bir ısı ölçme biriminden alan “Fahrenheit”sergisi, izleyiciye güncel sanatın ateşini, ısısını, değiştirme ve dönüştürme gücünü hatırlatarak güçlü bir deneyim sunuyor. Sergide Ahmet Güven, Aslı Işıksal, Asaf Erdemli, Aykut Öz, Bestami Gerekli, Beyza Boynudelik, Deniz Varlı, Erdal Duman, Fırat Engin, Genco Gülan, Hamza Kırbaş, Haydar Akdağ, Hüseyin Arıcı, Mehmet Sinan Kuran, Mustafa Duymaz, Ramazan Can, Serkan Demir, Şevket Arık, Tanzer Arığ ve Zeynep Karabacak’ın eserleri yer alıyor. Sanat Okur birlikteliğinde “Fahrenheit” sergisinde yer alan sanatçılar ile söyleşi dizisi gerçekleştirmeye başladık. Sanatçıyı tanımak ve eserini serginin kavramsal çerçevesi bağlamında daha iyi okumak adına gerçekleştirdiğimiz bu dizinin ilk konuğu Haydar Akdağ. Kendisine aktardığı bilgiler ve bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim. Bir söyleşinizde duygunun üretim akışını değiştirdiğinizden bahsediyor hatta bir dönem yapmış olduğunuz moda tasarımlarınızın resme dönüştüğünü fark ettiğinizi söylüyorsunuz. Sizin üretimlerinize kaynaklık eden duygular nelerdir? Yaşadığımız ülkede, dünyada duygu durumlarımız gündemle birlikte sık sık değişiyor bu durum üretimlerinizi nasıl etkiliyor? Üretim akışını tetikleyen şey melez yaratım süreçlerim. Evet bugün moda tasarımı yapmıyorum. Ancak zihin tasarı/tasarım arasında gezinirken; beden; elinizdeki materyali birden düşünce kaslarınızdan gelen komutları karşılayarak eyleme geçiyor. İşte orada yaratım melezleşiyor. Plastik olarak esasen bütün eserlerimin incelenmesi gerekiyor. Enstalasyonlarımın, kolajlarımın, resimdeki boya kullanımım… Özetle başvurduğum üretim pratiklerinde sürecin kendisi zengin deneyim zincirinden oluşuyor. Temel kaynak, üretim yöntemleri/zanaat/beceri ve imkanların irdelenmesi; sanatıma katkısını araştırmak. Bunlar teknik bölümü. Duygu ve bilgi arasında doğru köprüyü kurmak her zaman kolay olmayabilir. Bunun yöntemi bence kişiseldir. Duyguyu; merak, heyecan, soru-cevap arasında sınırlandırmadan insana dair her temel dürtüden yönlenmiş kabul edelim. Bu yönelim, araştırma ve üretim sürecinde eylemini teknik olarak incelediğinde de bilgi üretimini gerçekleştirmiş olur. Kime göre neye göre bilgi? Der gibisiniz. İşte sanat, kişisel bilgi üretimi, deneyimi değil de nedir? Ülkemizin sosyal, politik, ekonomik dinamikleri kaygı merkezimi çok uyarırsa sanırım mutsuz oluyor ve yavaşlıyorum diyebilirim. Son yıllarda bu medcezir ruh hali toplumsal kimliğe dönüştü desem yersizlik etmemiş olurum umarım. Hepimiz kolektif olarak bir ileri iki geri, üç ileri bir geri durumdayız. Temenniler, dilekler, emek, mücadele… Her zemin ve koşulda aklımıza mukayyet olmak zorundayız. Şu sıralar, Nisan 2023 bu sohbeti yaparken aklıma her gün verdiğim yanıtı bu vesile ile sanat severlerle de paylaşmak isterim. Günlük soru, her karşılaşmada: “Nasılsın Haydar?” cevabım: “Memleket gibiyim, sen nasılsın?” 🙂 Disiplinler arası çalışarak, soyut, organik doku-leke, geometrik egemenler ve hazır malzemeleri kullanarak oluşturduğunuz eserlerinizin yanında; belge-bulgu üzerinden tarihi mekanı sorguluyor ve performans sanatı ile de üretiyorsunuz. Üretmenin verdiği özgürlük hissinde bu çok yönlü pratikler arasında sizi daha özgür kıldığını düşündükleriniz oldu mu, bize bahsedebilir misiniz? İzleyici ile buluşması, eserin finali, çerçevesi, paspartusu, kavramı vs. bunların hepsi sonuçla ilgili olarak orada duruyor. Elbette esere dair söylediğim, yazdığım, paylaştığım bilgiler ve izleyicinin kendi gözlemi ya da okuması ile kazanacağı yeni anlamlarla üretimlerim düşünceler eşliğinde sanata ve hayata karışacaktır. Sevilir, sevilmez bu tartışılır ya da üzerine değer görülüp hiç tartışılmaz. Bunların kontrolünü sağlamak, üzerine önden, arkadan düşünmek çok yorucu olabilir. Bütün bu zihin oyunları elbette düşünce özgürlüğünün, kolektif insanın ortak paylaşım dinamiklerinin bir parçası. Ancak, benim için esas özgürlük zamandan kopmak, bir meditasyon gibi; tek tek pipetleri birbirine iliştirmek ya da tuval yüzeyine tek tek pulları yapıştırmak ve ya kalemimle bir birinden bağımsız hareket eden çizgi devinimleriyle tuval yüzeyinde yarattığım izler, dokular. İşte tam o an, medite olduğum, kendi kendimi hipnoz ettiğim an. O an çok özgürüm. Bir eserin atığından yeni bir eser yaratma fikri, üretirken duraksayıp başka çağrıştırdığı fikre odaklanmak. İşte zaman, mekan, bilgi üretimi, deneyim ve sanat… Öznel olanda mutlu ve özgürüm. Plastik sanatların yanında sizi bir şair olarak da tanımlayabiliriz. Eserlerinizin izleyeni olduğumuzda farklı çatışmalar, sorgulamalar içerisinde kendimizi bulurken bir taraftan da şiirlerinizle karşılaştığımızda dizelerinizle kendi iç dünyamıza yolculuğa çıkıyoruz. Şiirleriniz ve plastik sanattaki üretimleriniz birbirini nasıl besliyor ya da çatıştığı durumlar oluyor mu? Şair diyerek onure ettiniz. Bir çatışmadan daha çok ortak çalışan uyum diyebilirim. Eserlere verdiğim isimler, eseri üretirken zihnimden geçen kelimeler, kendimle diyalogum, çağrışımlar ve kendi içimdeki çıkışlarım… Çoğu zaman tuval zeminlerinde şiirle giriş yaparım, üzerine boyalar gelir belki hiç görünmeden örtülür. Ancak önemi var mı? Şiir kaybolunca duygum da kaybolmuş olur mu? Bazen de unutmak, zihinden atmak için yazmaz mı insan? Bir yere yazınca, taşan zihin bir nebze de olsa yükünü hafifletmiş sayılmaz mı? Farkındayım sorular soruyorum. Benim öznel deneyimim, kendime yaptığım yarenliğim, tanıksız, platonik ya da yasak aşklarım resimlerimde yaşamasın mı? Her biri almadığım mektupları temsil etmesin mi? Ya da göndermeye niyet ettiğim, tarafı, muhattabı olmayan şiirlerim… Size cevabı uzatıyorum, özür dilerim. Öyle bir yere dokundunuz ki, pandoranın kutusu açıldı. Kelimeler de renkler gibi içimizi yansıtmaya araçtır. Resim ve edebiyat ilişkisi bir çelişki/çekişme değil çekim olabilir. Ve bu durum beni tamamen besliyor. Fahrenheit isimli sergide “New York” isimli 2017 yılında üretmiş olduğunu eseriniz yer alıyor. “İstanbul Çağdaş Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı?” Sorusunun ironisiyle Serge Guilbaut’a da bir gönderme de bulunuyor ve bizi bir başka soru ile baş başa bırakıyorsunuz: “Sanat ve Kültür üretimi yaşadığımız günlerde dünya ile ilişkileri sosyal/ekonomi/politik kalemlerde düzenlemeye yardımcı olabilir mi?” Bu sorunun cevabını sizden de alabilir miyiz? Sizce sanat bize yaşadığımız bugünlerde yaşamamız için gereken sıcaklık aralığını sunmakta ne kadar yardımcı olabilir? Sanatı bir şifacı gibi görmek mümkün ancak kabul edilebilir estetik normlara sıkışmış genel kabul kuralları ile sınırlarsak eksik düşünmüş oluruz. Sanat şifacı olabilir, ancak sanat tek başına sanat pratiği olarak plastik yorumlarla akla gelmemeli. Yaşadığımız günlerde ihtiyaç duyduğumuz sıcaklığı yeni bir şeylerde bulmak mümkün; bir film, bir oyun, bir şiir, bir şarkı, bir anıt, bir yapı, bir yapıt… Özetle; müzikten, resme, heykelden filme, filmden modaya, modadan mimarlığa, mimarlıktan peyzaja, gastronomiye… Yani bütün ve kapsamlı yaratım süreçlerinin; sosyoloji ve felsefeden beslenerek, melez ve ortak değerlerle çıkılacak yolda; uzlaşı ve gelecek odaklı; iktisadi ve politik argümanlarda evrensel adaleti gözeten; kapsayıcı ve kurucu kolektif bir üretim…. İşte bu! O zaman sanat toplumsal kalkınmanın hem düşünsel, sosyolojik hem de ekonomik olarak refahını inşa ettiğinde yeni bir merkez olur. Merkez olma talebi, öncü olma gerçeğinin ödülü de olabilir, cezası da. Ancak bardağın dolu tarafını görürseniz, bir kalkınma, kültür politikasının yaratacağı değerler, fırsatlar zinciri uzun bir nefes, koşu olarak kendi gerçeğini yaşamaya davet edecektir. Tüm paydaşları, yaratıcıları, tüketicileri, süreci gözlemleyenleri…
Ankara cadde ve sokaklarında yürümesi keyifli bir şehirdir. Hatıraların cebini yürüdüğümüz sokak ve caddeler karıştırır ve yine cepleri onlar doldurur. Tunalı Hilmi caddesi de Ankaralıların yaşlısı, genci fark etmeksizin yürüyüp geçtiği geçerken de hikaye alıp bıraktığı bir yer. Şimdi tarihi epey eskiye dayanan Kuğulu Apartmanı’nda Belma Ersu’nun açtığı galeri yeni hatıraların da emanetçisi. 18 Mart’ta Fahrenheit sergisi ile açılışını yapan galeri insana keyifle içinde bulunmasına olanak sağlayan sıcaklık aralığını sunuyor. Belma Ersu ile mekanın galeriye dönüşen yolunu ve geçmişini konuştuk. Bu keyifli sohbet için kendisine çok teşekkür ederim. Sanat galerileri sanatçıyı, eserini, izleyen, alıcı ve koleksiyonerle buluşturan önemli mekanlar. Siz yirmi yılı aşkın bir süredir sanat alanında yer aldınız, kıymetli üretimler de bulunup, küratöryel projeleri yürüttünüz. Şimdi ise Ankara’da Ankaralıların yolunun üzerine önemli bir durak noktası belirlediniz. Bizi de heyecanlandıran bu Belm’Art Galeri mekanının hikayesini sizden dinlemeyi çok isteriz. Küratöryel olarak sekiz farklı küratörlük çalışmam oldu. Cermodern’de, Çağdaş Sanatlar’da Kova’da, bir de eskiden Artı diye bir galeri vardı kapandı orada… Bu çalışmalarımdan sonra bir şey düşündüm: Galerilere bir proje sunduğumda kabul ediliyor, evet bu çok güzel ama ben kendime ait bir yer olmasını istedim. Çalışmalarımı sürdürürken de bu fikir benim hep aklımdaydı. Dün Mustafa Duymaz geldi ziyaretime. Onun atölyesi Çankaya da Mesnevi Caddesi’nde yer alıyordu. Özellikle orada bir yer açmak istemiştim. Zannedersem dört sene oluyor. Sonra apartmana girdik. O da burası gibi eski bir binaydı. İçeriyi değiştirmek, duvarları yıkmak istedim fakat apartman yönetimi izin vermedi öyle olunca vazgeçtim, hüsran oldu benim için. Ama içimde kendime ait bir yer olsun isteği var ve yapmak istiyordum, o ne zaman diye bekliyordum, işte zamanı şimdiymiş demek ki. Peki Kuğulu Apartmanı ile nasıl karşılaştınız, galeri için mekan arayışınızda sizi buraya getiren ne oldu? Galerinin yerini araştırırken Çayyolu’nda da olabilir mi acaba diye düşündüm. Benim iş yerlerim ve evime yakın bir yer tespit ettim. Fakat sonra emlakçı bana burayı kiralık olarak gösterdi. Tunalı’da olması bir kere çok özel benim için. Çünkü bizim gençliğimiz, çocukluğumuz her şeyimiz burada geçti, sizin de öyle. Herkesin çok hatıraları var. Kuğulupark’a çıkarsın oradan Seğmenler’e… Hepimizin buralarda çok güzel günleri geçti. Bu hatıraların ardından burayı bana gösterdiklerinde çok beğendim ama içerisi çok masraf gerektiriyordu. Şöyle ki burası bir bankanın üst katıymış, o kadar enteresan ve eski bir bina ki kolonlar var. Ben dedim ki burayı ancak satın alabilirsem içerisini istediğim gibi değiştirebilirim. Kolonları tabii ki kaldıramıyorsunuz. Mimar arkadaşım Nil Ciritoğlu kolonları kapsayacak şekilde giydirmeler yaptı. Onun çok emeği var burada. Ben ona çok güvendim. Her yerdeki gibi bir beyaz küp istemedim. Aslında farklı bir yapı istedim Sıradan bir beyaz küp görmüyoruz, sıradanlıktan ayıran özelliklerinden biri de bizi dışarıya davet eden ve orayla temas etmemizi sağlayan bir terasının olması. Evet, yaşayan da bir yer olsun istedim. Şu anda oturduğumuz terası çok ilgimi çekti. Teras apartmanın ortak alanı. Ortak alanı olunca burayı kullanabilmek için apartmandaki insanlarla konuşmam gerekiyordu ve birlikte bu konuyu görüştük. Ekimde aldım burayı ve Ekim’den sonra bir ay toplantılara katıldım ve ben burayı ıslah edersem kullanmama izin vereceklerinde anlaştık. Burada kullandığımız strüktürler sabit değil. Yani apartman izin vermezse bunların hepsi kalkacak. Havalandırmalar kaldırılmadı. Bu sefer havalandırmaların üstlerine giydirmeler yapmaya çalıştım. Teras ortak alan olarak kullanılmaya devam ediyor öyle değil mi? Tabi ki bana sadece izin verdiler. Ortak alan olarak kalması yaşayan bir yer olması isteğinizi de karşılıyor bir taraftan. Hem bir galerinin terasında kahve içmeye, dinlenmeye kim ortak olmak istemez ki? Evet buranın aynı zamanda dinlenme alanı da olmasını istiyorum. Hacettepeliyim, bunun etkisi sürüyor. Burada kitap okunsun arkadaşlarım performans yapsınlar, sanat etkinliklerini yapsınlar… Bunlar için bu teras bizim için çok uygun diye düşündüm. Yaz günlerinde burası çok keyifli olacak diye düşünüyorum. İçeride sergiler olsun, sunumlar gerçekleşsin hatta sinema gösterimi yapmayı bile düşünüyorum. Yazın burası çok keyifli olur. Bu paylaşımların hepsine, sanatın her türlü etkinliğine yer vermek; arkadaşlarımla, gençlerle, hocalarımla burada beraber olmak istiyorum. Ben hala Hacettepe’de okuduğumu zannediyorum ve hala ders çalışmak istiyorum. Burada gerçekleşecek olan her sunumda her konuşmada, her konferansta yeni bir öğreti öğreneceğim. Bu beni tekrar yenileyecek. Buna herkesin ihtiyacının olduğunu düşünüyorum. Bir şey yaşarsa güzel oluyor, kaldığı zaman unutuluyor. Yani dört sene önceki bilgini unutabilirsin ama yaşarsa tekrarlanırsa unutmayabilirsin. Ve yaşayıp öğrendiklerimizi birileriyle konuştuğumuz, birilerine anlattığımız zaman unutmuyoruz. Bazen bildiğimiz ya da hissettiğimiz şeyi dilimizden döküldüğünde idrak ediyoruz. İşte atölye bu yüzden çok önemli bir taraftan da burası atölye gibi olsun istiyorum. Ben birlikte olduğum zaman çok mutlu oluyorum. Sanat üretimleri birliktelikle yapıldığı zaman beni üretmek adına daha çok tetikliyor. Sanat yapan herkesin birlikte olması gerekiyor diye düşünüyorum. Birbirimizden devamlı alışveriş yapacağız. Hem bilgi açısından hem de iş. Buradan çok keyif alacağımı ve buranın bütün hayallerimi de gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Biz burada tamamen iki ay kırım yaptık burası enkazdı. İlk halindeki fotoğraflarını görseniz… Bence bir mucize atıldı burada. Ben öyle düşünüyorum. Bu apartman çok eski. Şimdi şöyle düşünün hepimiz okuduk, 1933’te başlamış Le Corbusier ilk modern tasarımlarına. Bence o tarzda bir bina burası. Geçen gün burada bir mimar ile konuştuk. Acaba kaç senesinde yapılmış bu apartman diye. Çok eski dedi. Biz o eskiye yeni eklektik bir şeyler getirdik. Burada tam post modernin böyle yapısallaştırılmasını yaptık. Bunlar çok keyif verdi. Eski ve yeniyi birleştirmek o kadar güzel bir şey ki zannediyorsun ki ben bir şey yaratıyorum. Eski ve yeniyi birleştirerek kendinize ait bir şey çıkardınız. Burada ben bir sanat eserini yarattığımızı düşünüyorum. Tabi ki tek başıma değil mimar ile. Eğer ben burayı eskisi gibi bıraksaydım buradan keyif almazdınız, ben de keyif almazdım. Yaşamak içerideki her şey ile beraber yaşamak o zaman keyif alınıyor. Evet, eskinin sadece yeni ile değil sizden izler taşıyarak değiştiğini görebiliyoruz, aksi halde sıradan bir beyaz küpün içinde olabilirdik ama değiliz. İnsan yaşadığı yer ile anılır ya, ruhun, bedenin her şeye yansır. Evdeki her eşyada vardır senin izin. Koku bile vardır, kokuya da çok değer veririm. Evet her yerin kendine ait bir kokusu var, içeri girdiğimizde ilk önce koku karşılar bizi tıpkı insanlar da olduğu gibi. Çocukluğumdan hatırımda kalan bir söz var evde izlediğimiz bir programda bir yazar kendini tanımlarken “Güzel bir yer aramaktan öte bir yeri güzel kılmaya çalışıyorum” demişti. Buranın hikayesini siz bana anlatırken birden bu sözü hatırladım. Siz de burayı güzel …
Input your search keywords and press Enter.